Tepe Şehir’in üzerindeki bir
siyah bulut beyaz ve pembelere savaş açtı aniden. Beyazlar ve pembeler öylesine
uzun zamandır oradaydılar ki, siyah bir bulutun geleceği ihtimalini dahi göz
önünde bulundurmamışlardı; ancak geldi. Büyük bir savaş başlattı. Teker teker
pembeleri sonra da beyazları yendi, artık neredeyse hepsi siyahtı…
Özenli ellerde dövülmüş zırhının
içinde şehrin kapısından çıkan adama bir asker eşlik ediyordu. Asker korkmuştu,
hem de fazlaca korkmuştu. Önlerinde uzanan üç yüz binlik orduya karşı
yürüyeceklerdi, her ne kadar aralarında bir anlaşma olsa da, karşılarındaki
adam Kral Josep’di; sahtekâr kral. Ama asker atını hafifçe ileri doğru
yürütürken önünde ilerleyen adama, kendi kralına baktı; şimdiye kadar gördüğü
en büyük dehaya, savaş harikası adama, ona güveniyordu.
Arkalarında iki atlı daha çıktı
kapıdan. Karşılarında da sadece cinsel organları örtülmüş, elleri birbirine
zincirlerle kelepçelenmiş, vücutlarından günlerce, haftalarca, aylarca işkence
edildiği belli tutsaklar duruyordu. Birkaç saat önce bir haber mektubuyla
yazmıştı bunları Kral Josep;
“Tutsaklar iyi niyetimizin hediyesi olsun. Hediyemiz size ulaştığında
siz de bizlere bir barış konuşması hediye edin, savaş kansız olsun.”
Kısa ve net. Şimdi de tutsaklar
gelmişti işte. Kral Josep ile en önde giden atlı adam konuşacaktı. Tepe Şehir’in
bahar zamanıydı ancak gökyüzü isyan eder gibi karalara bağlamış, gözyaşlarını
tutamamış, yağdırıyordu.
“Haydi” dedi genç atlı. Arkasındaki
üç asker de onu izlediler. Tutsaklar içeri girdi, kapılar mühürlendi. Bu konuşmanın
sonucunun iyi bitmesi gibi bir ihtimal yoktu çünkü genç adam Kral Josep’i çok
ama çok iyi tanıyordu.
Kendisi hükme geçtikten sonra
Tepe Şehir’e büyük su depoları kurdurtmuştu, çünkü bir gün şehre giren suyun
zehirleneceğini adı gibi biliyordu. Bozulmaz yiyeceklerden stokları vardı. Genç
adam akıllıydı, o olmasaydı şehir çoktan düşerdi. Bu yüzden onu takip
ediyorlardı, ona güveniyorlardı.
Yürüyüş sessiz oldu. Yavaşça
gittiler. Önlerindeki krallarını takip ettiler. Her adımlarında düşman da
atlarıyla yavaşça geliyordu. Önce onlar orta noktaya geldiler. Genç kral ve
adamları varana kadar Kral Josep’in adamları sadece üstü kapalı olan bir tente
kurmuş ve içerisine bir masa, iki sandalye koymuşlardı bile.
Kral Josep kendi sandalyesinde oturuyordu.
Genç kral yeteri kadar yaklaşınca durdu ve atından indi. O sırada gökyüzü bir
şimşek çatı, çok geçmeden gürledi; fırtına yakındı. Askerlerine döndü ve “Ne
olursa olsun, plana sadık kalırsak çocuklarımız yaşar, unutmayın.” dedi. Onlar da
sadece minnettarlık, korku ve güvenle boyunlarını eğdiler. Kralları onlar için
en iyisini bilirdi.
Genç kral yağmurun azizliğiyle
ıslanan toprağa basarak tenteye doğru yürüdü ve kendisine ayrılan sandalyeye
oturdu. Yakın çevrede sadece ikisi vardı. O da üç adamıyla gelmişti ancak üçü
de uzaktaydı; en az genç kralınki kadar.
“Teklifimi kabul ettiğiniz için
çok teşekkür ederim, Sayın Kral,” dedi Kral Josep iğneleyici bir tavırla. Miğferini
çıkarttığı için yüzünün her kıvrımı, özellikle pis bir şekilde sırıtan
dudakları en ince ayrıntısına kadar seçilebiliyordu. Gök bir kez daha gürledi.
“Ben de sizin gibi kan dökülmesi
taraftarı değilim, Kral Josep,”
“Ah, lütfen bana böyle mi
sesleneceksin cidden?” Hala sırıtıyordu. Genç kralın kalbini, zayıflığını
vurmaya çalışıyordu.
“Sahtekâr Kral adından
hoşlanmazsınız sanmıştın ancak dilerseniz öyle hitap edebilirim,” dedi genç
kral da onun girişimini boşa çıkartarak. Ama yine de kalbi acımıştı.
Bu sözleri Kral Josep’in yüzünün
ekşimesine neden oldu. Anlaşılan genç kral kararlı bir şekilde gelmişti. “Öyleyse,”
dedi ellerini masaya koyarak Kral Josep. “Şehri teslim edin, istediğiniz
kişilerin üçüncü halkada yaşamasına izin vereceğim. Bizim halkımızla eşit
haklara sahip olacaklar ve geri kalanlar da güvenli bir şekilde buradan
geçebilecekler.”
Genç kral gülümsedi. “Hiç
değişmemişsin,” dedi. “Şehri teslim etmek filan yok, bunu sen de benim kadar
net biliyorsun. Tepe Şehir nesiller boyunca teslim olmadı, olmayacaktır.”
Kral Josep duymayı beklediği bir
şeyi duymuştu. Önceden tanıştıklarını gösteren ilk sinyali vermişti genç kral. “Sana
ne oldu Tiyejo?” dedi yarı çaresiz yarı alayla. Çünkü karşısında oturan adam
onun tanıdığı adam değildi.
“Benim adım Semruk, Tiyejo değil,”
dedi genç Kral.
“Pekala, Semruk olsun. Sonuçta
benim bile akıl edemeyeceğim bir hileyle ajanlık için gönderildiğin yerde kral
oldun. Artık şehri kendi insanlarına teslim edebilirsin, görevini başarıyla
yerine getirdin, ödülün çok büyük olacak.”
“Görev mi? Beni kendi insanlarım
dediğim insanlar zar zor nefes alır vaziyette buraya terk ettiğinde ele
geçirmeye çalıştığın bu şehrin insanları bana yardım etti. Ben onlara, aynen
benim beynimi yıkadığınız gibi kötülükler yaparken onlar bana güvendi. Ve ben
değiştim, Tiyejo gitti, o ajan gitti. Semruk geldi.”
“Saçmalamayı bırak ve görevini
yerine getir be adam,” Kral Josep sinirlenmeye başladı. Aslında böyle olmasını
beklemediğinden değil ancak bilmek başka, yaşamak başkaydı sonuçta.
“Benim şartlarım. Bütün ordunu
buradan çek götür ben de askerlerinin tamamına yakınını yok ettikten sonra
ticaret yollarına yasaklar koyarak sizi açlıktan öldürmeyeyim.”
“Ben buradan çekilmezsem, siz
açlıktan ölürsünüz.”
“Son yıllarda Tepe Şehir’de
onlarca depo yapıldı, ajanların artık eskisi kadar iyi çalışmıyor anlaşılan.”
“Daha çok suikastçılara önem
vermeye başladım,” dedi ve Semruk’un arkasındaki askerlerine baktı. En arkadaki
atlı kılıcını çektiği gibi önce birine sonra da ötekine saplamıştı. Ardından
hızla tenteye geldi ve atından inip kılıcını Kral Josep’e sundu. Semruk ağzı
açık bir şekilde olanları izliyordu. Sahtekar Kral yine yapmıştı yapacağını.
Anlaşılan buradan sağ çıkamayacaktı.
Kral Josep askere gitmesini
emrettikten sonra Semruk’a döndü. “Görüyorsun ya, yanında getirecek üç tane
askerin üçüne de güvenemiyorken o şehre nasıl güvenebiliyorsun. Şart koşmaya
halin yok. Tecrübelerin, yaşın benim yarım bile değil. Bu görüşmenin sonucu ne
olursa olsun sen tek parça şehrine geri döneceksin ancak tek parça oradan
çıkman bu sorunun cevabına bağlı, şehri teslim ediyor musun?”
Derin bir sessizlik oldu. Semruk
ne yapacağını şaşırmıştı. O haklıydı, nasıl güvenebilirdi. Ama belki de blöf
yapıyordu. Bu da onun bir taktiği sayılırdı. Belki de yapmıyordu.
Şimşek çaktı… Gök gürledi…
Semruk kendisine kızdı. Blöf ya
da değil, onca şeyden ihanet düşünülemez bir şeydi. Kararı netti ve net
kalmalıydı. “Asla,” dedi. Ayağa kalktı ve sağanak yağmurun altındaki atına
doğru yürüdü. Atına bindikten sonra arkasına döndü ve hala masada oturak krala
baktı.
“O gün beni buraya gönderip, terk
ettiğin için teşekkür ederim baba,” dedi. Sonra şehrine doğru gitti. Ona güvenen,
onu büyüten ve onu var eden şehrine doğru.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder