Siyah Gözyaşı
Sonbaharın kırmızıya, sarıya, turuncuya ve adını bilmediğim ancak hayranlıkla varlıklarını izlediğim onlarca renge boyanmış yapraklarının yanından arabamız sakince geçip giderken gözlerimi bir kez daha iç çekişlerimle kapattım. Saçmalıyorsun!
"Hayatım," dedi arabanın şoför koltuğunda oturan adam. Gözlerimi açtım ve gözyaşlarına boğulmaya hazır bakışlarımı ona çevirdim. Öylesin mükemmel bir içtenlikle bana bakıyordu ki, "Efendim, hayatım," demeden edemedim.
"İyi misin, dalgın görünüyorsun," Direksiyonu sol eline emanet edip sağ elini bana doğru uzattı, ben de elimi uzattım; parmakları, parmaklarımın arasında hareket edip, sıcacık teni bütün tüylerimi diken diken ederken... ben bir kez daha gözlerimi iç çekişiyle yumdum. Saçmalıyorsun!Neredeyse yolu yarılamıştık. Sebeplerimiz farklı olsa da, pek erken gitmek istemiyorduk. Sonuçta bunun aşırı romantik bir yolculuk olması gerekiyordu, değil mi?
Muhteşem geçen üç haftanın ardından,
yılların özleminin ardından, bir çift imzanın ardından ve onlarca uyuya
kalmakla sona ermiş şehvetli gecelerin ardından... Ama değildi. Kesinlikle
romantik bir yolculuk değildi benim için. Saçmalama!
Gözlerimi ondan, kocamdan uzağa yolun
bana gösterdiği en uzak noktaya diktim. Sonbaharın renkleri ve etraftaki diğer
bütün renk zerrecikleri hızla geçtiğimiz yollarda bana gökkuşağı gibi
geliyordu. Düşüncelerim gökkuşağına bulandı yavaşça ya da ben zorla onları
gökkuşağına uydurmaya çalıştım, çünkü beğenmiyordum onları, sevmiyordum,
istemiyordum; böylesine saçma düşünceleri
kafamda istemiyordum.
Yanıldın…
Saçmalıyorsun!
Derin bir nefes aldım. Tane tane,
içimden gelen o sesin kelimelerini beynime yineledim; sen kocana âşık değilsin. Bu olamazdı, yani olmamalıydı ve olamazdı
da zaten. Hangi kadın böyle hissederdi ki? Yıllarca evlilik hayalleri kurduğu
sevgilisiyle masallardaki perileri bile kıskandıracak cinsten bir düğün ile
evlendikten sonra küçücük bir çocukken bebekleriyle oynadığı oyunlarda bile
hayalini kuramadığı bir balayı gezisinin dönüş yolundayken böylesine hisler var
olamazdı aklında; ama vardı.
Hiç sevmedin ki…
Sus!
Yola çıkarken gayet mutluydum. Gemiye
binmeden önce arabamızı bıraktığımız otoparktan aracımızı alıp, bu güzel
sahilde uzunca bir kahvaltı yapmıştık. Henüz üç haftalık kocamın kehribara
çalan gözlerinde kaybolarak onun yediklerinin çeyreğini ancak yiyebilmiştim. Yan
yana olsalar, bülbülün susup onu dinleyeceği konuşmasıyla o dakikalarca
konuşurken ben huşu sarhoşu olup bir iki kelime anca etmiştim. Onun gülüşünün
yanında benimkinin fark edilmeyeceğinden korkup, belli belirsiz üç beş kere
gülümseyip gamzelerimle onun gülüşüne gülüş katmıştım. Ama kahvaltı bitip de,
arabaya oturduktan sonra o ses başladı; kandırdın
onu… Kandırdın kendini… Herkesi…
O, mükemmeldi. İlk günümüzden şuana dek,
hep beni sevmişti. Sevgisinin her an, her dakika arttığını hep gözlerinden görürdüm,
sonra gözlerine bakar kalır, oralarda kaybolur, yine onun sesiyle kendimi
bulurdum. Kalbimin ritmi bozulurdu; bendeki hormonlara göre değil de, onun
isteklerine göre atardı sanki. Oksijen kesik kesik gelirdi ağzıma; sanki
etrafta berrakça dolaşan hava değil, onun kullanıp da saldığı havayı yakalamaya
çalışırmış gibi. Çünkü kalbim fısıldardı ağzıma; o daha berrak. Hepsi gerçek gibiydi. Bence inandım, kendime inandım
ve elimi onun pürüzsüz tenine teslim ettim. O da aldı elimi, sürükledi geri kalanımı
ve başka diyarlara gittik hep beraber. Bana olabileceğine inanmadığım bir
kelime öğretti; mükemmellik. Tamamen mükemmeldi, huzurluydu, temiz ve berraktı…
Ta ki, arabaya binene kadar…
Kendisine anlam veremiyordu. Bir değişiklik
olmamıştı. Hala kafasını çevirip baktığında yanındaki adamın simsiyah saçlarına
hayranlıkla bakıyordu, gözlerini arzuluyordu, tenine değmek istiyordu, nefesini
duymak istiyordu ama artık sevmiyordu.
Hiç sevmedin ki…
Hayır!
Farklı bir kişiliğim vardır. Kafamda hep
ilişkilere yönelik bir soru olurdu onu tanımadan önce. İnsanın mükemmel
ilişkisi için gerekli insan o insanın kendisi gibi mi olmalı, kendisinin tam
tersi mi olmalı yoksa arada bir yerlerde dolaşan bambaşka birisi mi olmalı?
Hayatımın büyük bir kısmı bu sorunun cevabını düşünürken gelen adayları
reddetmekle geçti. Fakat sonra o geldi ve soru birden kayboldu. Beni öylesine
büyüledi ki, ömrümü meşgul eden o çağrıyı göz ardı edip sadece büyülenmenin
tadını çıkarttım. Sonra birden, arabaya binince o soru aklıma geldi ve yıllarca
cevabını aradığım o sorunun cevabını buldum. Bulduğum cevabı sevdim. Sevdiğim cevabın
kafamda, cevaba uygun bir kişi oluşturmasına izin verdim. Ancak fark ettim ki,
cevabın kafamda oluşturduğu kişinin gözleri kehribar değil, sesi büyüleyici ya
da saçları siyah değil… Yanımda oturan adam, yanımda oturması gereken adam
değil. Ya da diğer açıdan, arabanın şoförünün yanında oturması gereken kadın
ben değilim.
Gökkuşağına bulanmış bakışlarımla
gözlerimi kapattım ve onca rengin arasından siyahın gözlerimden süzülüp
gitmesine izin verdim. Çünkü ben yanımdaki adamı seviyordum ama… sevmiyordum.
Ben sadece unuttuğu sorusunu yeni
hatırlamış bir kızdım, o kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder