22 Kasım 2014 Cumartesi

Tepe Şehir - Bir Resim Bir Hikaye

Tepe Şehir’in üzerindeki bir siyah bulut beyaz ve pembelere savaş açtı aniden. Beyazlar ve pembeler öylesine uzun zamandır oradaydılar ki, siyah bir bulutun geleceği ihtimalini dahi göz önünde bulundurmamışlardı; ancak geldi. Büyük bir savaş başlattı. Teker teker pembeleri sonra da beyazları yendi, artık neredeyse hepsi siyahtı…
Özenli ellerde dövülmüş zırhının içinde şehrin kapısından çıkan adama bir asker eşlik ediyordu. Asker korkmuştu, hem de fazlaca korkmuştu. Önlerinde uzanan üç yüz binlik orduya karşı yürüyeceklerdi, her ne kadar aralarında bir anlaşma olsa da, karşılarındaki adam Kral Josep’di; sahtekâr kral. Ama asker atını hafifçe ileri doğru yürütürken önünde ilerleyen adama, kendi kralına baktı; şimdiye kadar gördüğü en büyük dehaya, savaş harikası adama, ona güveniyordu.
Arkalarında iki atlı daha çıktı kapıdan. Karşılarında da sadece cinsel organları örtülmüş, elleri birbirine zincirlerle kelepçelenmiş, vücutlarından günlerce, haftalarca, aylarca işkence edildiği belli tutsaklar duruyordu. Birkaç saat önce bir haber mektubuyla yazmıştı bunları Kral Josep;
“Tutsaklar iyi niyetimizin hediyesi olsun. Hediyemiz size ulaştığında siz de bizlere bir barış konuşması hediye edin, savaş kansız olsun.”
Kısa ve net. Şimdi de tutsaklar gelmişti işte. Kral Josep ile en önde giden atlı adam konuşacaktı. Tepe Şehir’in bahar zamanıydı ancak gökyüzü isyan eder gibi karalara bağlamış, gözyaşlarını tutamamış, yağdırıyordu.
“Haydi” dedi genç atlı. Arkasındaki üç asker de onu izlediler. Tutsaklar içeri girdi, kapılar mühürlendi. Bu konuşmanın sonucunun iyi bitmesi gibi bir ihtimal yoktu çünkü genç adam Kral Josep’i çok ama çok iyi tanıyordu.
Kendisi hükme geçtikten sonra Tepe Şehir’e büyük su depoları kurdurtmuştu, çünkü bir gün şehre giren suyun zehirleneceğini adı gibi biliyordu. Bozulmaz yiyeceklerden stokları vardı. Genç adam akıllıydı, o olmasaydı şehir çoktan düşerdi. Bu yüzden onu takip ediyorlardı, ona güveniyorlardı.
Yürüyüş sessiz oldu. Yavaşça gittiler. Önlerindeki krallarını takip ettiler. Her adımlarında düşman da atlarıyla yavaşça geliyordu. Önce onlar orta noktaya geldiler. Genç kral ve adamları varana kadar Kral Josep’in adamları sadece üstü kapalı olan bir tente kurmuş ve içerisine bir masa, iki sandalye koymuşlardı bile.
Kral Josep kendi sandalyesinde oturuyordu. Genç kral yeteri kadar yaklaşınca durdu ve atından indi. O sırada gökyüzü bir şimşek çatı, çok geçmeden gürledi; fırtına yakındı. Askerlerine döndü ve “Ne olursa olsun, plana sadık kalırsak çocuklarımız yaşar, unutmayın.” dedi. Onlar da sadece minnettarlık, korku ve güvenle boyunlarını eğdiler. Kralları onlar için en iyisini bilirdi.
Genç kral yağmurun azizliğiyle ıslanan toprağa basarak tenteye doğru yürüdü ve kendisine ayrılan sandalyeye oturdu. Yakın çevrede sadece ikisi vardı. O da üç adamıyla gelmişti ancak üçü de uzaktaydı; en az genç kralınki kadar.
“Teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim, Sayın Kral,” dedi Kral Josep iğneleyici bir tavırla. Miğferini çıkarttığı için yüzünün her kıvrımı, özellikle pis bir şekilde sırıtan dudakları en ince ayrıntısına kadar seçilebiliyordu. Gök bir kez daha gürledi.
“Ben de sizin gibi kan dökülmesi taraftarı değilim, Kral Josep,”
“Ah, lütfen bana böyle mi sesleneceksin cidden?” Hala sırıtıyordu. Genç kralın kalbini, zayıflığını vurmaya çalışıyordu.
“Sahtekâr Kral adından hoşlanmazsınız sanmıştın ancak dilerseniz öyle hitap edebilirim,” dedi genç kral da onun girişimini boşa çıkartarak. Ama yine de kalbi acımıştı.
Bu sözleri Kral Josep’in yüzünün ekşimesine neden oldu. Anlaşılan genç kral kararlı bir şekilde gelmişti. “Öyleyse,” dedi ellerini masaya koyarak Kral Josep. “Şehri teslim edin, istediğiniz kişilerin üçüncü halkada yaşamasına izin vereceğim. Bizim halkımızla eşit haklara sahip olacaklar ve geri kalanlar da güvenli bir şekilde buradan geçebilecekler.”
Genç kral gülümsedi. “Hiç değişmemişsin,” dedi. “Şehri teslim etmek filan yok, bunu sen de benim kadar net biliyorsun. Tepe Şehir nesiller boyunca teslim olmadı, olmayacaktır.”
Kral Josep duymayı beklediği bir şeyi duymuştu. Önceden tanıştıklarını gösteren ilk sinyali vermişti genç kral. “Sana ne oldu Tiyejo?” dedi yarı çaresiz yarı alayla. Çünkü karşısında oturan adam onun tanıdığı adam değildi.
“Benim adım Semruk, Tiyejo değil,” dedi genç Kral.
“Pekala, Semruk olsun. Sonuçta benim bile akıl edemeyeceğim bir hileyle ajanlık için gönderildiğin yerde kral oldun. Artık şehri kendi insanlarına teslim edebilirsin, görevini başarıyla yerine getirdin, ödülün çok büyük olacak.”
“Görev mi? Beni kendi insanlarım dediğim insanlar zar zor nefes alır vaziyette buraya terk ettiğinde ele geçirmeye çalıştığın bu şehrin insanları bana yardım etti. Ben onlara, aynen benim beynimi yıkadığınız gibi kötülükler yaparken onlar bana güvendi. Ve ben değiştim, Tiyejo gitti, o ajan gitti. Semruk geldi.”
“Saçmalamayı bırak ve görevini yerine getir be adam,” Kral Josep sinirlenmeye başladı. Aslında böyle olmasını beklemediğinden değil ancak bilmek başka, yaşamak başkaydı sonuçta.
“Benim şartlarım. Bütün ordunu buradan çek götür ben de askerlerinin tamamına yakınını yok ettikten sonra ticaret yollarına yasaklar koyarak sizi açlıktan öldürmeyeyim.”
“Ben buradan çekilmezsem, siz açlıktan ölürsünüz.”
“Son yıllarda Tepe Şehir’de onlarca depo yapıldı, ajanların artık eskisi kadar iyi çalışmıyor anlaşılan.”
“Daha çok suikastçılara önem vermeye başladım,” dedi ve Semruk’un arkasındaki askerlerine baktı. En arkadaki atlı kılıcını çektiği gibi önce birine sonra da ötekine saplamıştı. Ardından hızla tenteye geldi ve atından inip kılıcını Kral Josep’e sundu. Semruk ağzı açık bir şekilde olanları izliyordu. Sahtekar Kral yine yapmıştı yapacağını. Anlaşılan buradan sağ çıkamayacaktı.
Kral Josep askere gitmesini emrettikten sonra Semruk’a döndü. “Görüyorsun ya, yanında getirecek üç tane askerin üçüne de güvenemiyorken o şehre nasıl güvenebiliyorsun. Şart koşmaya halin yok. Tecrübelerin, yaşın benim yarım bile değil. Bu görüşmenin sonucu ne olursa olsun sen tek parça şehrine geri döneceksin ancak tek parça oradan çıkman bu sorunun cevabına bağlı, şehri teslim ediyor musun?”
Derin bir sessizlik oldu. Semruk ne yapacağını şaşırmıştı. O haklıydı, nasıl güvenebilirdi. Ama belki de blöf yapıyordu. Bu da onun bir taktiği sayılırdı. Belki de yapmıyordu.
Şimşek çaktı… Gök gürledi…
Semruk kendisine kızdı. Blöf ya da değil, onca şeyden ihanet düşünülemez bir şeydi. Kararı netti ve net kalmalıydı. “Asla,” dedi. Ayağa kalktı ve sağanak yağmurun altındaki atına doğru yürüdü. Atına bindikten sonra arkasına döndü ve hala masada oturak krala baktı.
“O gün beni buraya gönderip, terk ettiğin için teşekkür ederim baba,” dedi. Sonra şehrine doğru gitti. Ona güvenen, onu büyüten ve onu var eden şehrine doğru.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder