15 Kasım 2014 Cumartesi

Siyah Gözyaşı - Bir Resim Bir Hikaye

Siyah Gözyaşı

     Sonbaharın kırmızıya, sarıya, turuncuya ve adını bilmediğim ancak hayranlıkla varlıklarını izlediğim onlarca renge boyanmış yapraklarının yanından arabamız sakince geçip giderken gözlerimi bir kez daha iç çekişlerimle kapattım. Saçmalıyorsun! 
     "Hayatım," dedi arabanın şoför koltuğunda oturan adam. Gözlerimi açtım ve gözyaşlarına boğulmaya hazır bakışlarımı ona çevirdim. Öylesin mükemmel bir içtenlikle bana bakıyordu ki, "Efendim, hayatım," demeden edemedim. 
     "İyi misin, dalgın görünüyorsun," Direksiyonu sol eline emanet edip sağ elini bana doğru uzattı, ben de elimi uzattım; parmakları, parmaklarımın arasında hareket edip, sıcacık teni bütün tüylerimi diken diken ederken... ben bir kez daha gözlerimi iç çekişiyle yumdum. Saçmalıyorsun!
    Neredeyse yolu yarılamıştık. Sebeplerimiz farklı olsa da, pek erken gitmek istemiyorduk. Sonuçta bunun aşırı romantik bir yolculuk olması gerekiyordu, değil mi?
Muhteşem geçen üç haftanın ardından, yılların özleminin ardından, bir çift imzanın ardından ve onlarca uyuya kalmakla sona ermiş şehvetli gecelerin ardından... Ama değildi. Kesinlikle romantik bir yolculuk değildi benim için. Saçmalama!
Gözlerimi ondan, kocamdan uzağa yolun bana gösterdiği en uzak noktaya diktim. Sonbaharın renkleri ve etraftaki diğer bütün renk zerrecikleri hızla geçtiğimiz yollarda bana gökkuşağı gibi geliyordu. Düşüncelerim gökkuşağına bulandı yavaşça ya da ben zorla onları gökkuşağına uydurmaya çalıştım, çünkü beğenmiyordum onları, sevmiyordum, istemiyordum; böylesine saçma düşünceleri kafamda istemiyordum.
Yanıldın…
Saçmalıyorsun!
Derin bir nefes aldım. Tane tane, içimden gelen o sesin kelimelerini beynime yineledim; sen kocana âşık değilsin. Bu olamazdı, yani olmamalıydı ve olamazdı da zaten. Hangi kadın böyle hissederdi ki? Yıllarca evlilik hayalleri kurduğu sevgilisiyle masallardaki perileri bile kıskandıracak cinsten bir düğün ile evlendikten sonra küçücük bir çocukken bebekleriyle oynadığı oyunlarda bile hayalini kuramadığı bir balayı gezisinin dönüş yolundayken böylesine hisler var olamazdı aklında; ama vardı.
Hiç sevmedin ki…
Sus!
Yola çıkarken gayet mutluydum. Gemiye binmeden önce arabamızı bıraktığımız otoparktan aracımızı alıp, bu güzel sahilde uzunca bir kahvaltı yapmıştık. Henüz üç haftalık kocamın kehribara çalan gözlerinde kaybolarak onun yediklerinin çeyreğini ancak yiyebilmiştim. Yan yana olsalar, bülbülün susup onu dinleyeceği konuşmasıyla o dakikalarca konuşurken ben huşu sarhoşu olup bir iki kelime anca etmiştim. Onun gülüşünün yanında benimkinin fark edilmeyeceğinden korkup, belli belirsiz üç beş kere gülümseyip gamzelerimle onun gülüşüne gülüş katmıştım. Ama kahvaltı bitip de, arabaya oturduktan sonra o ses başladı; kandırdın onu… Kandırdın kendini… Herkesi…
O, mükemmeldi. İlk günümüzden şuana dek, hep beni sevmişti. Sevgisinin her an, her dakika arttığını hep gözlerinden görürdüm, sonra gözlerine bakar kalır, oralarda kaybolur, yine onun sesiyle kendimi bulurdum. Kalbimin ritmi bozulurdu; bendeki hormonlara göre değil de, onun isteklerine göre atardı sanki. Oksijen kesik kesik gelirdi ağzıma; sanki etrafta berrakça dolaşan hava değil, onun kullanıp da saldığı havayı yakalamaya çalışırmış gibi. Çünkü kalbim fısıldardı ağzıma; o daha berrak. Hepsi gerçek gibiydi. Bence inandım, kendime inandım ve elimi onun pürüzsüz tenine teslim ettim. O da aldı elimi, sürükledi geri kalanımı ve başka diyarlara gittik hep beraber. Bana olabileceğine inanmadığım bir kelime öğretti; mükemmellik. Tamamen mükemmeldi, huzurluydu, temiz ve berraktı… Ta ki, arabaya binene kadar…
Kendisine anlam veremiyordu. Bir değişiklik olmamıştı. Hala kafasını çevirip baktığında yanındaki adamın simsiyah saçlarına hayranlıkla bakıyordu, gözlerini arzuluyordu, tenine değmek istiyordu, nefesini duymak istiyordu ama artık sevmiyordu.
Hiç sevmedin ki…
Hayır!
Farklı bir kişiliğim vardır. Kafamda hep ilişkilere yönelik bir soru olurdu onu tanımadan önce. İnsanın mükemmel ilişkisi için gerekli insan o insanın kendisi gibi mi olmalı, kendisinin tam tersi mi olmalı yoksa arada bir yerlerde dolaşan bambaşka birisi mi olmalı? Hayatımın büyük bir kısmı bu sorunun cevabını düşünürken gelen adayları reddetmekle geçti. Fakat sonra o geldi ve soru birden kayboldu. Beni öylesine büyüledi ki, ömrümü meşgul eden o çağrıyı göz ardı edip sadece büyülenmenin tadını çıkarttım. Sonra birden, arabaya binince o soru aklıma geldi ve yıllarca cevabını aradığım o sorunun cevabını buldum. Bulduğum cevabı sevdim. Sevdiğim cevabın kafamda, cevaba uygun bir kişi oluşturmasına izin verdim. Ancak fark ettim ki, cevabın kafamda oluşturduğu kişinin gözleri kehribar değil, sesi büyüleyici ya da saçları siyah değil… Yanımda oturan adam, yanımda oturması gereken adam değil. Ya da diğer açıdan, arabanın şoförünün yanında oturması gereken kadın ben değilim.
Gökkuşağına bulanmış bakışlarımla gözlerimi kapattım ve onca rengin arasından siyahın gözlerimden süzülüp gitmesine izin verdim. Çünkü ben yanımdaki adamı seviyordum ama… sevmiyordum.

Ben sadece unuttuğu sorusunu yeni hatırlamış bir kızdım, o kadar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder